Lice’den Gever’e Gezi ve Kürtler
Önce Gezi
Gezi bir karşı çıkış olduğu kadar bir kendiyle yüzleşme ve oluş hâliydi. 31 Mayıs akşamı bir araya gelen insanlar bir taraftan eski düşmanlıklarından, milliyetçiliklerinden, ötekine, farklı olana duydukları nefretten, tahammülsüzlüklerinden ve öğrenilmiş çaresizliklerden vazgeçiyorlar, bir taraftan da artık başka birşey oluyorlardı. Bu birliktelik ve oluş hâli Gezi’de bütün bir haziran ayına, daha sonra da forumlar aracılığıyla bütün yaza yayılmış, kendi sınırlarımızı test ettiğimiz, bir arada haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkabileceğimiz bir insanlaşma sürecine dönüşmüştü. Gezi, benim için en çok bu insanlaşma süreciydi ve bu yüzden çok kıymetliydi. Katliamların, cinayetlerin, linçlerin ülkesi sandığımız ülkenin göbeğinde bir ânda birşey olmuş ve bir parantez açılmış, zaman askıya alınmıştı. Bir ihtimal, burası bizi öldürmek isteyenlerin değil, bizim ülkemiz olabilirdi.
Tarihte bizler için pek de eşi benzeri olmayan bir birliktelik hâliydi bu. Mezarlığımızı aldınız, parkımızı alamayacaksınız diyen Nor Zartonk ve Türkiyeli Ermeniler aslında çok güzel özetlemişti. Tarihin akışına ve devlet şiddetinin sürekliliğine dur diyebilmekti Gezi. Üzerine çokça yazıldı çizildi, taraftar gruplarıyla feministlerin, Ermeniler ve Kürtlerle Türk milliyetçisi grupların, anti kapitalist müslümanlarla seks işçilerinin, olayların en başından itibaren orada olan LGBT bireyler ve gruplarla sol-sosyalist örgütlerin, yoksullar işçiler ve öğrencilerle beyaz yakalı orta sınıfların bir garip birlikteliğiydi. Bu, sürekli bir birliktelikten çok, artık geri dönüşü olmayan bir oluş hâliydi. Gezi’ye gelen, orada olan hiçkimse eskisi gibi kalmadı, sabitlemek için yoğun çaba harcadığımız görüşlerimiz ve kimliklerimiz kırılmalara uğradı. Gezi’yle beraber hepimiz bayağı bir değiştik. Arada hır gür, kavga gürültü olmadı değil, bu mevzuyu hiç anlamamak için direnenler de az değildi. Kendiliğinden gelişmiş ve hepimizin bambaşka sebeplerle devlete ve iktidara karşı çıktığı bu isyanın bir ruhu vardıysa eğer, benim için Gezi ruhu ülkenin batı yakasında eşi benzeri görülmemiş bir dayanışma, mücadele, şaşkınlıkla takip etmeye çalıştığımız bir mizah ve yeni politik diller; pırıl pırıl bir özgürlük ve adalet talebiydi.
Yukarıdan dayatılmış ve Cumhuriyet’in toplum tahayülündeki farklılıkların silindiği, imha edildiği ve asimile edildiği kaynaştırılmış kitlenin yerine, bu sefer kitleler bütün farklarıyla, farklılıkları ve çokluklarıyla gelmişlerdi. Alternatif bir yaşama tahayülü ve iradesiydi Gezi. Karşısında hiç beklemediği bir çokluk ve birliktelik görse de, devletimizin de yüzlerce yıllık bir zulüm geleneği vardı. Copları, plastik (İstanbul, Ankara, Hatay, Eskişehir) ve gerçek (Lice) kurşunları, gaz bombaları ve lanet okuduğumuz şiddetiyle çıkarıldık Gezi’den ve Taksim’den. Bizim yerimize getirilen insanlık tarihine bir ucube olarak geçeceği kesin olan beton bir Taksim meydanı, polis karakoluna dönüştürülmüş bir kültür merkezi, ve daima gözetim altındaki içi boşaltılmış bir parktı. Eze eze yendiklerini düşündüler, sömürgede uyguladıkları iktidar stratejilerini ve şiddet tekniklerini İstanbul’un göbeğinde uyguladılar. Kalemşörleri her gün Gezi’nin foyasını ortaya çıkarmaya çalıştı, türlü karalama kampanyaları başladı da kalkamadılar Gezi’nin altından. Parkın kılına dokundurtmadık, oraya alışveriş merkezi yaptırmadık ve iktidara ilk yenilgisini tattırdık. O yüzdendir her ağızlarını açtıklarında Gezi’ye küfretmeleri, rövanşa çağırmaları ve kalabalık dağıldıktan sonra meydan okumaları.
Gezi ile Kürtler
Parkın halkın elinde olduğu bir gün, sanırım 3 Haziran akşamıydı, iki kadın ve bir adamın İstiklal Caddesi’nin girişinde tartıştıklarını gördüm. Öyle sert bir tartışma değildi, cadde de çok kalabalık olduğu için bu grubun yanında bir süre kaldım. Anladığım kadarıyla adam Gezi Park’ında Kürtlerin açtığı bayraklar ve Öcalan afişlerinden bir hayli rahatsız olmuş ve Kürtlerin bu güzel eylemi mahvedeceğini düşünüyordu. Gruptaki kadınlardan birisi ise arkadaşına dönüp “ne kadar çok gaz bombası attıklarını gördün, bize ne kadar çok saldırdıklarını gördün, şimdi dönmüş bize çapulcu, terörist diyorlar” dedi. Aradan geçen sessiz bir dakikadan sonra şöyle devam etti, “bak yıllardır bu insanlara terörist diyorlar ve ben hayatımda ilk defa buna inanmak istemiyorum.”
Daha sonra fikrini değiştirdi mi bilmiyorum ama daha önce devletin fiziksel ve epistemik şiddetini bu kadar teninde hissetmemiş insanların Kürtleri ya da bu ülkedeki şiddetin tarihini anlayabilmesi için belki de ilk defa bu kadar önemli bir fırsat doğmuştu. Bir taraftan birbirimize yaklaşmış, diğer taraftan da hep beraber devletin şiddetini bedenlerimizde hissetmiştik. Ortaya çıkan çokluğun oluşturduğu yeni politik diller ve ‘oluş’ hâlindeki yeni kimlikler, geçmişten gelen sabitlenmiş dillerin, birbirimize duyduğumuz öfkenin, önyargının ve nefretin yerini almıştı. Ötekini tamamen anlamak gibi birşey hiçbir zaman mümkün olmasa da deneyimin getirdiği zihinsel bir açıklık oluşmuştu birbirimize karşı.
Kürtler de Gezi’nin ilk günlerinde benzer bir ikilem yaşamıştı. İlk günden itibaren çatışmaların içindeydiler, herkesle beraber mücadele ettiler, ancak bugüne kadar kendilerine sallanmasına alışkın oldukları bayrakların çokluğu, on yıllardır kendilerine “terörist” diyenlerin fazlalığı ürkütmüştü Kürtleri.[1] Kürtler bireysel olarak ya da gruplar hâlinde hep orada olsa da, parktaki yerlerinde hep halay sürse de bu ikilem Gezi sürecinin başlarında kadar BDP’nin söylemlerindeki bir ikilem ve tutarsızlığa dönmüştü. İmralı’dan gelen Gezi selamına kadar da bu böyle sürdü. Kolay değildi yılların ırkçılığının, sömürge politikalarının ve bunun Türk halkı üzerindeki etkilerinin bir anda bitmesi ya da bunun böyle bir anda biteceğine inanmak. Yaşanan bocalamadan sonra BDP ve Kürtler de kararlı bir şekilde Gezi’deydi. Eylemlerin başından sonuna kadar parkın Taksim Meydanı girişindeki sol köşesinde Kürtler durmuş, alanın, isyanın ve mücadelenin en önemli öznelerinden birisi hâline gelmişlerdi. Kolay değildi yıllardır kendilerini terörist sananlarla bir arada durmak ama bir taraftan Kürt hareketinin mücadele deneyimi ve birikimi; diğer taraftan da Gezi’nin kapsayıcılığı, enerjisi, insanları ve siyaseti değiştirici kapasitesi bunu da mümkün kılmıştı.
Bütün bunların sayesinde Türkiye tarihinde ilk defa Kürdistan’daki bir cinayete ses verilmiş, Lice’de kalekol yapımını protesto etmek için eylem yapan ve bu sırada askerlerin açtığı ateş sonucu öldürülen Medeni Yıldırım için İstanbul kitlesel olarak ses vermişti. Olayın gerçekleştiği 28 Haziran gecesi forumlardan yola çıkan kitleler Beşiktaş[2] ve Kadıköy’de protestolar gerçekleştirdi. 29 Haziran günü Taksim’de toplanan ve İstiklal Caddesine sığmayan onbinlerce insan Medeni Yıldırım’ın askerler tarafından öldürülmesini ve Lice’deki devlet şiddetini lanetlemişti.[3] Hâlbuki Lice sadece son 30 yıllık savaş boyunca defalarca katliamlara tanık olmuş, ilçe merkezi 1993 ve 1994’te iki defa yakılmıştı.[4] Doksanlı yıllarda, öncesinde ve sonrasında gerçekleşen bu katliamların karşılığında sadece sessizlik vardı. Gezi, bu ülkenin tarihinde ilk defa Kürtlere ve ötekilere yönelmiş devlet şiddetine dur demişti. İşte bu yüzden, her türlü iktidar için Gezi çok tekinsiz ve tehlikeliydi.
Gezicilerin çapulcuyla teröristin birbirinden çok uzak olmadığını farketmeleri ve “biz otuz yıldır bu savaşı bu medyadan izledik” demeleriyle, Kürtlerin yıllardır insanlarımız ölüyor, ağaçlarımız ormanlarımız yakılıyor diye ettikleri sitem içiçe geçti. Medeni Yıldırım’ın yasında, bu sefer beraber hissettiğimiz acımızda ve öfkemizde buluştuk. Çokluk büyükdükçe, birbirimize daha çok yaklaştıkça, tam anlamasak da birbirimizi hissetmeye başladık.
Gezi’nin kendisi bitip forumlardaki enerji de yavaş yavaş azalmaya başladığında, ülke siyaseti bilindik mecrasına dönmeye başladı. Siyasi hayatımızın en önemli ayağı şiddettiyse, ki o bölüm eksiksiz yerine getirilmiş, Gezi boyunca ülkenin her tarafında insanlar öldürülmüş (ki ölüm her zamanki gibi bazılarımıza az bazılarımıza daha çok düştü: Gezi’de canların en çok yanan Aleviler oldu), binlerce insan yaralanmış, bazıları sakat kalmıştı. Şiddetten sonra ve şiddetle beraber her zaman yalan gelirdi. Sıra yalandaydı.
İktidar ve yandaşı köşe yazarlarına göre Gezi, ulusalcılar ve darbecilerin iktidara karşı düzenlediği sivil bir darbe girişimiydi, mesela onlar için Gezi’de Kürtler yoktu. Ulusalcılar, ırkçılar ve gerçekten de darbe heveslileri için bu “büyük Türk milletinin dirilişiydi”, içinde bu isyanı sulandırmak için olanlar varsa da önemli değildi, önemli olan bu hükümeti devirmekti. – Ki onlar Gezi’yi, Gezi’de olmalarına rağmen hiçbir zaman anlamadılar.- Onlar için de Kürtler Gezi’nin içinde yoktu, olamazdı. İçlerine devlet kaçmış olduğunu düşündüğüm bazı sol görünümlü gruplar da Kürtlerin eylemlerde olmadığını çünkü hükümetle barış pazarlığında olduğunu söylüyordu. Ancak bedenleriyle, mücadeleleriyle, birikimleriyle, bayrak, poster ve afişleriyle Kürtler Gezi’nin göbeğindeydi. Doksan yıldır devlete varlığını ispat etmeye çalışan Kürtler bu seferde Gezi’de varolduklarını ispata girişmek zorunda kaldı.
Ancak yine de Gezi’yle beraber dünyaları, kendileri ve kimlikleri değişenler ne Gezi’yi unutacaktı ne de onun mümkün kıldığı politik birliktelikleri. Forumlarda daha önce bu ülkede toplumsal olarak tartışılmamış geçmiş katliamlar, Kürtlere, Ermenilere ve öteki azınlıklara yönelik kıyımlar konuşuldu tartışıldı, beraber yaşamak zorunda olan halkarın eşit olabileceği, birbirini ezmeden, sömürmeden de yaşayabilecekleri tekrar tekrar dile getirildi. Belki de barış felsefi bir ideal olmaktan çıkıp ilk defa bu denli toplumsallaştı.
Lice’den Gever’e Gezi Ruhu
Gezi tekrar ne zaman nerede ortaya çıkacağı belli olmayan bir şekilde orada duruyor, hafızası ve bıraktığı mücadele deneyimi ve birikimiyse hâlâ bizlerle beraber. Ülke gündemindeyse köprünün altında çok sular aktı. Nereye gittiği belli olmayan ve iktidarın Kürt hareketini tasfiye etmeye çalıştığı “barış süreci” ve yaklaşan seçimlerle siyasi hava bir hayli değişti. Mesela adına barış süreci dediğimiz bir süreç içerisinde, bir ânda Gever’deki (Yüksekova) gerilla mezarları tahrip edildi. Mezarlıklara yönelik saldırılara tepki gösteren halk eylem düzenledi ve özel harekat timleri halkın üzerine ateş açtı. Sanayi işçileri Mehmet Reşit İşbilir ve Veysel İşbilir 8 kurşunla öldürüldü. Doksanlı yıllarla her fırsatta yüzleştiğini iddia eden bir hükümet döneminde yaşanan bu devlet şiddeti hükümet yanlısı ve onlara karşı olduğunu iddia eden basın organları tarafından aynı şekilde verildi. Teröristler vurulmuş, etkisiz hâle getirilmişti. Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir için yapılan cenaze töreninin ardından çıkan olaylara da polis müdahale etti ve başına gelen cisimle ağır yaralan Bemal Tokçu da hayatını kaybetti. Tarih yine mezardan başlamıştı.[5]
İşte böyle bir dönemde bağzı arkadaşlarımızın bağzı şeyleri, üzerine çok konuşup, çok düşünüp, çok eylediğimiz şeyleri unutması, Kürtlerin ölümünün bu kadar normal karşılanması acımıza acı, yasımıza yas kattı. Devlet geleneği olan ölümün ardından ‘provakasyon’ iddialarıyla meşrulaştırma çabalarının geleceğini biliyorduk da beraber yürüdüğümüz bağzı arkadaşlarımızın buna sessiz kalacağını düşünmemiştik hiç. Daha önce söylediğim gibi, belki bütün bunlar on yıllardır topluma dayatılan ırkçılığın, sömürgeciliğin normal bir sonucu ancak bu sessizliğin bu kadar can sıkıcı olmasında önemli bir faktör var: Gezi’de bunun böyle olmayabileceğini, Medeni için beraber yürürken kötülüğün bu kadar sıradanlaşmayacağı bir dünyanın mümkün olduğunu görmüştük. Belki en çok bu acıttı canımızı.
Rivayete göre, Pir Sultan Abdal dar ağacına doğru yürümeye başlar. Hızır Paşa emir verir. Pir Sultan asılırken halkın Pir’i taşlamasını ister. Taşlamayanların ise öldürüleceğini bildirir. Uğruna mücadele ettigi halk Pir Sultan’ı taşlamaya başlar. Pir Sultan Abdal’ın müsahibi Ali Baba da buyruğa uymak zorunda kalır. Ancak taş atmaya kıyamaz ve aldığı bir gülü atar. Pir Sultan atılan taşlardan çok bu gülün kendisini yaraladığını bildiren son deyişini o zaman söyler.[6] Can dostunun bu hareketinden incinen Pir Sultan Abdal’ın dudaklarindan şu nefes dökülür:
şu kanlı zalimin ettiği işler,
garip bülbül gibi zareler beni,
yağmur gibi yağar başıma taşlar,
ille dostun gülü yareler beni
…
pir sultan abdal’ım can göğe ağmaz,
hakk’tan emrolmayınca rahmet yağmaz,
şu elin attığı taş bana değmez,
ille dostun attığı gül pareler beni
Devlet öldürür. Bizi en çok umutsuzluğa düşürense dostlarımızın, Gezi’de beraber yürüdüğümüz bazı arkadaşlarımızın suskunluğudur. O suskunluk katillere daha çok güç verir. Sivil insanların devletin kolluk güçleri tarafından öldürülmesinin ya da mezarlıklara saldırılmasının sebebi olmaz, ama’sı olmaz. Haksızlık karşısında sessiz durulmaz. Bu yazı sadece Gezi’nin bize yadigârını bir hatırla(t)ma çabasıdır: Kürtler öldüğünde ses çıkarmayarak aslında devleti, onun şiddetini ve çok değil daha birkaç ay önce sizleri öldürenleri onaylarsanız o şiddet yarın öbür gün gelir tekrar sizi bulur. Sömürge dediğiniz sandığınız kadar uzak değildir. Daha da acısı haksızlığa karşı susarken kaybettiğiniz kendi insanlığınız, bizim de arkadaşlığımız, dostluğumuzdur.
Şimdi birçoklarının yaptığı gibi elleri ovuşturup Gezi’nin ruhuna fatiha okuma zamanı değil, o ruhu nasıl yeniden nasıl dirilteceğimizin yollarını düşünme zamanıdır. Gever’deki katliamın sorumlusu en başta iktidardakilerdir. Sessizliğin sebebiyse Gezi’nin hayatımızdaki eksikliğidir.
Dipnotlar:
[1] Meydandaki BDP’liler, 2 Haziran günü sayıları az olan faşist grupların saldırısından korunmak ve bu büyük isyanın daha ilk günlerinde çirkin görüntülere mahal vermemek için alanı sadece o günlüğüne terk ettiler. Gezi boyunca, Kürtlerin köşesine başlarda örgütlü daha sonra bireylerin saldırıları gerçekleşti. Gezi’de neden Kürtlerin olmadığına dair yapılan yorumlarda ve tartışmalarda işin bu kısmı pek tartışılmadı.
[2] Beşiktaş’taki üç maymun eylemi.
[3] Diren Lice, İstanbul Seninle.
[4] Adnan Çelik, “Şeyh Said İsyanı’ndan PKK’ye Lice’nin Direniş Jeneolojisi ve Unutulan «bağzı şeyler »,” Toplum ve Kuram.
[5] Antropolog Hişyar Özsoy, doksanlar boyunca cenazelerin halktan kaçırılması, cenaze törenlerinin yasaklanması ve öldürülmüş gerilla bedenlerine uygulanan şiddet ve mezarların tahrip edilmesinin rutinleşmiş bir devlet pratiği olduğunu aktarır. Devlet biyolojik ölümü sembolik ölümle sürdürüp, mutlaklaştırmaya çalışır. Özsoy’a göre, “ulus-devletlerin farklı halkların bir arada yaşadıkları toprakları tek bir etnik grubun “milli vatanı” olarak inşa etme süreci, yerin yalnızca üstünün değil, altının da tek bir ulusun egemenlik arzularına göre yeniden düzenlenmesini içerir. Bu sebepledir ki, örneğin, Türk ulus-devletinin inşa sürecinde Anadolu ve Kuzey Mezopotamya topraklarının gayrı Müslim halkları, tarihsel yurtlarında fiziksel olarak yok edilmekle kalmamış; mezarları, anıtları, ibadet yerleri ile diğer kültürel ve tarihsel izleri de tahrip edilip silinerek ulusal tarih ve mekânın dışına atılmışlardır. Dahası, ulus-devletler kendi ölülerini ulusal şahadet çerçevesinde yüceleştirip ölümü ulusal kimliğin inşasının ayrılmaz bir parçası olarak kurarken, kendisine başkaldırıp isyan edenleri sadece biyolojik olarak öldürmekle yetinmez, öldürdükleri bedenlerin bir anlam ve değere dönüşmesini engellemek için onları sembolik ve politik olarak da öldürmek için her türlü yol ve yönteme de başvururlar. Marquis de Sade’nin ifadesi ile, düşman olarak gördüklerini bir defa değil (biyolojik), ikinci bir kez daha (sembolik) öldürmek isterler. Hisyar Özsoy, “Araf’ta kalmak: Tarih mezarda başlar,” PolitikART, 06 Mayıs 2012.
[6] Fuat Bozkurt, Anadolu Aleviliği ve Pir Sultan Abdal, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Yayınları, 4 Temmuz 1998.
[Bu makalenin orijinali Toplum ve Kuram`de yayımlandı.]